Turkish Stories for Turkish Learners
By following these podcasts, you can improve your Turkish language. Equip your headphones and listen to these podcasts in your free time, even while walking, sleeping, driving, cycling, and more. These podcasts will be beneficial in your understanding of the Turkish language. We advise all who learned Turkish at the basic level.
Episodes
Wednesday May 10, 2023
Öğretmenim / Turkish Stories
Wednesday May 10, 2023
Wednesday May 10, 2023
ÖĞRETMENİM
Yoksul bir arkadaşımız vardı. Adı Mustafa’ydı. Bir gün derse gelmedi. Mustafa’nın komşusu olan arkadaşlar:
Hasta yatıyor, dediler.
Öğretmenimiz paydostan sonra:
- Murat, beni bekle de Mustafa’yı ziyaret edelim, dedi.
Yan yana yürüyorduk. Öğretmenim:
Zavallı, son günlerde zayıflamıştı. Hem de öksürüyordu, dedi.
Sustuk. İkimiz de aynı şeyleri düşünüyorduk.
Biraz sonra:
Öğretmenim, dedim. Mustafa’nın babası yok, annesi de çok fakir. Onu doktora götüremezler. Kendisi yazın pazarda çalışıyordu.
Pazarda mı?
Geçerken doktora uğramış, onu da yanımıza almıştık.
Fakat “Bu iş nasıl olacak? Ya kadının doktora verecek parası yoksa...” diye düşünüyordum. Öğretmenimi anlayamamışım. Muayenesini bitiren doktor giderken Mustafa’nın annesi “Borcumuz ne kadar?” diye sordu. Doktor: “Borcunuz ödendi.” dedi. Muayene parasını doktora, öğretmenimizin verdiğini bilmiyordum.
Doktor gittikten sonra Mustafalarda bir saate yakın oturduk. Öğretmenim onu neşelendirmek için elinden geleni yapıyordu. Mustafa da gülümsemeye çalışıyordu.
Öğretmenimiz:
Yakında iyileşeceksin. Bu pazar pikniğe gideceğiz. Seni de aramızda görmek istiyoruz.
Mustafa:
Çok güzel. Keşke ben de sizinle gelebilsem, dedi.
Bana da, sanki yıllarca okuldan uzak kalmış gibi arkadaşları soruyordu.
Akşamüzeri oradan ayrıldık. Mustafa’nın annesi, öğretmenimize çok teşekkür etti. Fakat öğretmenimiz bu iyiliği, kendisine teşekkür edilsin diye yapmamıştı.
Thursday Mar 30, 2023
Anneye Mektup / Turkish Stories C1
Thursday Mar 30, 2023
Thursday Mar 30, 2023
Anneye Mektup
İçimin bahçesinde bir ağaç büyüyor anne.
Hüzün ağacı büyüyor içimde. Sen yoksun diye.
Uzaklardasın diye. Ah şimdi yanında olsam, yanımda olsan. İçimdeki hüzün ağacı öyle büyüyor ki! Çabuk çabuk büyüyor. Çabucak dal budak salıyor.
Ah anne; Dilersen bir çiçek olurum. Hep “gülüm” diye severdin ya beni. Bak anne. Şimdi bir yaprak kalbim. Gül yaprağı. Dilersen o yaprağı sana gönderirim anne. Bulutlarla, uçurtmalarla, kuşlarla gönderirim. Güvercin kanatlarına yazdığım mektuplarla gönderirim.
Dilersen bir kuş olurum anne. Gagamda güller taşırım sana. “Gel!” desen, bir gün durmam gelirim. Kaf Dağlarını aşar, dört yapraklı sevgi yoncasını koparır, sana getiririm.
Sen yoksun diye kuşlar keyifsiz uçuyor anne. Çiçekler keyif açıyor. Hercaî menekşemiz de
kurudu zaten. Ninem diyor ki: “Allah Allah, bu çiçeğe ne oldu böyle? Sarardı, soldu birden.”
Ninem bilmiyor. Bahçemiz yok ki bizim. Annem bir bahçe olsaydı hercaî menekşemiz kurumazdı, değil mi? Ben de sararmazdım böyle. Bir gül olurdum o zaman. Kucağında gülerek açan bir yediveren gül olurdum. Sen iste yeter ki, ben her zaman gül olurum sana. İste, anne. Hatta istersen saksında toprak olurum. Yağmur olurum, bulut olurum. Çiçeğimle, toprağımızla gelirim sana. Yağmurumla, bulutumla gelirim.
İçim sıkılıyor bazen. Kırlara çıkıyorum. Papatyalarla konuşuyorum. Seni soruyorum onlara. Hepsi tanıyor seni. Hepsine anlattım çünkü.
Bazen deniz kıyısına iniyorum. Kâğıttan gemilerimi salıyorum sulara. Dalgalar alıp götürüyor gemilerimi. “Anneme gidin!” diyorum onlara. “Anneme selâm söyleyin.” Geliyorlar mı anne? Sana selâm getiriyorlar mı?
Denizi çok seviyorum ben. Beni dinliyor deniz. Ara sıra konuşuyor da benimle. Seni anlatıyorum ona da. Dalgalar başını sallıyor. Onlar da seni tanıyor. Ah anne! Bir de yanında olsam, yanımda olsan.
Seni bir deniz diye düşlüyorum anne. Gözyaşım sel oluyor. Sen bir deniz ol anne. Ben küçük bir çay olurum. Dağların tepesinden kopar gelirim. Küçük derecikler katılır bana. Büyürüm anne. Büyür büyür de kocaman bir ırmak olurum. Dağların selâmını getiririm sana. Kır çiçeklerinin kokusunu getiririm. Ah anne. “Gel!” desen, bir gün durmam, gelirim. Koşa koşa gelirim hem de.
Kâğıttan bir sürü uçak yaptım. Senden yana uçurdum anne. “Annemi çok özledim” diye yazdım kanatlarına. Geldiler mi? Sana haber verdiler mi?
Dedeme sık sık soruyorum: “Kim kurmuş bu Almanya’yı dede?” diyorum. “Ne diye kurmuş sanki? Keşke kurmasaymış.”
Dedem diyor ki: “Geçim dünyası işte, küçüğüm. Ne yaparsın?” “Bana ne geçimden meçimden. Ben annemi isterim.” diyorum.
“Az kaldı.” diyor dedem. “Güneş yirmi defa doğup batınca annen gelecek.”
“Ovv, ne kadar çok!” diyorum dedeme.
Ah anne, yanında olsam, yanımda olsan.
Ne olur çabuk gel anne. Yollar kapalıysa söyle. Gelmen için yol olurum sana ben. Buradan Almanya’ya uzun, ince bir yol olurum. Trafik levhalarına asarım yüreğimi. Tanırsın değil mi anne? Bir bayrak gibi dalgalanır yüreğim. Sabırsız bir yolcu olurum sonra. Sonra da o yoldan sekerek yürür, kır çiçekleri getiririm sana. Uzaklardan çok uzaklardan gelirim.
Yorgun olurum. Kucağına yavru bir kedi gibi sokulur, kıvrılır, siner, uyurum.
Ah anne. Ya yanımda olsaydın şimdi, ya yanında olsaydım…
Tacettin ŞİMŞEK
Thursday Mar 23, 2023
Mektup / Turkish Stories C1
Thursday Mar 23, 2023
Thursday Mar 23, 2023
Mektup
16. yüzyıla kadar mektup duyguların değil haberlerin yükünü çekmiş. Bir nevi gazeteymiş, bir nevi belge. Güvercin ayaklarında taşınmış doğum müjdeleri, güvercin ayaklarında uçmuş ölüm fermanları. Sonra duyguları ve düşünceleri taşımaya başlamış mektuplar. Latinlerle başlamış ilk önce; Çiçero en büyük usta… Mozart, Van Gogh, Puşkin… Binlerce mektup yazmışlar sevdiklerine. Bize gelince, Doğu’da bilgi ve hikmetin tamamı mektuplardan oluştuğu için “Mektubat” adlı eserlerle bu bilgi ve hikmetler aktarılmış. Daha sonraları Abdülhak Hamit, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ziya Osman Saba unutulmaz mektuplar yazmışlar. Önce romana sonra hikâyeye sızmış mektup.
İnsan yazdıklarına da pişman olabilir. Çoğu kez bu pişmanlık, konuşmadan duyulan pişmanlıktan daha ağırdır. “Ağzımdan kaçtı” denilebilir de “kalemimden kaçtı” denilemez. Eğer kalemden kaçılabilseydi, önce yazarı kaçardı ondan. Necip Fazıl’ın eski şiirlerinden birçoğunu reddederek; “Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin.” demesi; eski Arap döneminin en büyük şairi Lebid’in kalemini kırması, kalemden kaçma girişimleridir. Fakat kalemden kaçmak, kaleden kaçmaktan daha zordur.
Evet, bu mektuplar bir dosta yazılıyor. Ve “sevgili dost” diye başlıyor. Yazıldığında okuyucular bir postacının elinden mi, yoksa posta kutusundan mı aldı mektuplarımı bilmiyorum. Aynı okuyucular, mektuplarımı topladığım “Posta Kutusundaki Mızıka”yı şimdi kitapçılardan alıyor. Evet, ey dost, sana söyleyeceklerim var. Kelimeler, karınca yuvası gibi kaynıyor zihnimde. İçlerinden biri kâğıda düşüyor, dostluk.
Mektubun gelmemesi mektup yazmamı engellemiyor. Asıl, mektup gelmediğinde yazılmalı.
Çünkü yazmamak da bir mektuptur; yazılandan daha güçlü satırlar içeren. Susmak ve konuşmak yerini bulduğunda ortaya çıkar melodi. Bu yüzden ağzımızdan kaçmamalı kelimeler. Onlar bizim mahkûmlarımızdır; izin verdiğimizde dışarıya çıkmalılar. Publis Syrus ne kadar haklı: “Konuştuğuma çok kere pişman oldum. Fakat sustuğuma asla!”
Mektubun tarihine girip, talihini unuttuk. En son ne zaman mektup yazdığımızı hatırlayabilirsek, belki mektubun talihini değil; ama talihsizliğini hatırlayacağız. İnsanlar birbirine mektup yazmalı. Çünkü mektupta sesin tonu belli olmaz. Çünkü mektup düşünülerek yazılır.
Thursday Mar 16, 2023
Necip Fazıl / Turkish Stories C1
Thursday Mar 16, 2023
Thursday Mar 16, 2023
Necip Fazıl
26 Mayıs 1905 tarihinde İstanbul’da doğdu. Maraşlı bir soydan gelen Necip Fazıl’ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş’taki konağında geçti. İlk ve ortaöğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi’nde tamamladı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi gibi isimler vardı.
İstanbul Edebiyat Fakültesi felsefe bölümü ’nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa’da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris’te geçen günlerinden sonra Türkiye’ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Robert Koleji, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde hocalık yaptı. Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.
Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua’da yayımlandı. Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü.
Necip Fazıl’ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir.
Haftalık Ağaç dergisi (1936) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla tek parti yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi, Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve toplatılan Büyük Doğu’nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıali’de Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferanslarla büyük ilgi topladı.
Türk Edebiyatı Vakfı’nca 1980’de verilen beratla ‘Sultan-üş Şuara’ (Şairlerin Sultanı) unvanını kazanmıştır. Necip Fazıl Kısakürek, 25 Mayıs 1983’te vefat etmiştir.
Thursday Mar 09, 2023
Turgut Özal / Turkish Stories C1
Thursday Mar 09, 2023
Thursday Mar 09, 2023
Turgut Özal
Turgut Özal, banka memuru Mehmet Sıddık Bey ve ilkokul öğretmeni Hafize Hanımın çocukları olarak 13 Ekim 1927 de Malatya’da dünyaya geldi. Babasının görevi nedeniyle ilk ve orta öğrenimini yurdun değişik yerlerinde tamamladı. Turgut, daha dört yaşındayken aile, Bilecik’in Söğüt ilçesine taşındı. Burası, Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın Ertuğrul Bey’e yurt olarak verdiği, sonra da Ertuğrul Bey’in oğlu Osman Bey’in Osmanlı Devleti’nin temelini attığı yerdir. Yetiştiği bu çevre, Turgut Özal’ın kişiliğinin oluşumunda temel rol oynayacaktır.
Özal, öğrenim hayatına burada başladı. Daha sonra aile Silifke’ye taşındı. Özal bu yıllarda ısrarla pilot olmayı arzu etmektedir. Fakat burada geçirdiği bir kaza onun bu arzusuna ulaşmasına engel olacaktır. Bindiği eşeğin üzerinden semer kaymış ve kolu hasar görmüştür. Bu kaza, kolunun biraz kısa kalmasına sebep olmuş ve böylece pilotluk hayalleri de suya düşmüştür.
Mehmet Sıddık Beyin görevi nedeniyle aile sık sık il değiştirir. Nitekim Özal bu arada ortaokulu da Mardin’de bitirir. Ama Mardin’de lise yoktur. Annesi Hafize Hanım, oğlunun ya Konya Lisesi’nde ya da Kabataş Lisesi’nde okumasını arzu etmektedir. Her iki okul da paralıdır. Özal’ın paralı yatılı okuması gerekmektedir. Özal 25 lira daha ucuz olduğu için Konya Lisesi’ne verilir. Fakat bu arada ortanca oğul Korkut da ortaokulu bitirir. Ailenin her iki çocuğu da paralı yatılı okutmaya gücü yetmemektedir. Aile buna da bir çözüm yolu bulur. İki kardeş de dayıları Süleyman Doğan’ın Malatya’daki evlerine belli bir kira karşılığında yerleştirilir. Yeğenleri Hüsnü de yanlarında kalacaktır.
Aile sonunda Kayseri’de tekrar buluşur. Özal liseyi Kayseri’de bitirir. Turgut Özal girdiği üç fakültenin de imtihanlarını kazanır. Fakat bunların arasından İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliğini seçer. Burs almaya başlayınca ailesine yük olmaktan kurtulur.
Özal, 1950 yılında üniversiteden mezun olur. Aynı yıl Ankara’da, Elektrik İşleri Etüt İdaresinde mühendis olarak çalışmaya başlar. Bu arada evlenir. Fakat bu evlilik kısa sürer.
1952 yılında sona eren bu evlilikten sonra Semra Hanımla evlenir. Özal’ın bu evlilikten 3 çocuğu olur.
Özal bu evlilikten hemen sonra mesleğinde ihtisas yapmak amacıyla Amerika’ya gönderilir.
Dönüşünde Elektrik İşleri Etüt İdaresinde Genel Müdür Teknik Müşaviri olarak görev alır. 1958 yılında zamanın hükümetince kurulan Planlama Komisyonunun sekreterya görevini de yapan Turgut Özal, bu arada askerlik görevini de yapmak üzere 1959 yılında Ankara Ordonat Okulunda yedek subay olur. 1960 yılındaki askerî darbe sırasında Özal askerdir. Askerlik görevinin hemen ardından Elektrik İşleri Etüt İdaresindeki görevine tekrar dönen Özal, Devlet Plânlama Teşkilatının kuruluş çalışmalarına da katılır.
1965 seçimlerinden sonra başbakan olan Süleyman Demirel’in yanında önce danışman olarak görev alan Özal, daha sonra da 1967 yılında Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’na getirilir. 12 Mart 1971’de bu görevinden ayrılır ve Amerika’ya gider. Burada 1973 yılına kadar kalan ve Dünya Bankası Sanayi Dairesinde sanayi ve maden konularında özel danışmanlık görevi yapan Özal, yurda dönüşünde özel sektörde bankacılık, demir çelik, otomotiv sanayi, tekstil, gıda gibi sektörlerde yönetici olarak çalışır. Daha sonra MESS’de sendika başkanı olarak görev yapar. Kasım 1979 yılında Süleyman Demirel başkanlığında kurulan azınlık hükümetiyle tekrar devlet memurluğuna dönen Özal’a, Başbakanlık Müsteşarı ve DPT Müsteşar Vekilliği görevi verilir. Türk ekonomisinin liberalleşmesini hedefleyen 24 Ocak kararlarının hazırlanmasında aktif görev alır.
12 Ocak 1980’den sonra kurulan Bülent Ulusu hükümetinde ekonomi işlerinden sorumlu başbakan yardımcılığına getirilir. 22 ay kaldığı görevinden 14 Temmuz 1982 yılında istifa eder. 20 Mayıs 1983’te Anavatan Partisini kuran Özal, 6 Kasım 1983’te seçimleri kazanarak iktidar olur.
1987 yılında ikinci kez iktidara gelir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 47. Hükümetinin başbakanı olur. 31 Ekim 1989’da Kenan Evren’den boşalan Cumhurbaşkanlığı makamına seçilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı olarak 9 Kasım 1989’da göreve başlar.
Özal, Balkanlar’a ve hemen ardından Orta Asya’ya yaptığı uzun ve yorucu seyahatlerden sonra döndüğü vatanında 17 Nisan 1993’te vefat eder.
Thursday Mar 02, 2023
Tavşan İle Aslan / Turkish Stories C1
Thursday Mar 02, 2023
Thursday Mar 02, 2023
Tavşan İle Aslan
Bir sürü av hayvanı güzel bir ovada yayılırken, bir yandan da aslanın korkusundan kıvranıp duruyorlarmış. Zira aslan, sık sık bu ovada pusu kurarak hayvanlardan birini kapıp götürüyormuş. Bu yüzden otlak, hayvanlara zehir olmuş. Hayvanlar düşünüp taşınmışlar ve sonunda aslana gidip kendilerine dokunmaması karşılığında istediği yiyecekleri ona getireceklerini söylemişler. Fakat tecrübeli aslan, hayvanların bir tuzak kurabileceklerini düşünerek bu teklifi kabul etmemiş ve “Ben rızkımı kendim çalışıp kazanmayı tercih ederim” demiş.
Hayvanlar, aslana yemin ederek söz vermişler ve sonunda onu ikna etmeyi başarmışlar. Yaptıkları anlaşmaya göre her gün aslanın payı zahmetsizce ayağına götürülecekmiş. Böylece hangi hayvanın aslana yem verileceği kura sonucu belirlenmiş. Bir gün kura tavşana çıkmış ve tavşanın aslana yem olarak gönderilmesi kararlaştırılmış. Bunu duyan tavşan, “Bu cefa daha ne zamana kadar sürecek?” diye bağırmış ve buna itiraz etmiş.
Av hayvanları, tavşanı çağırıp, “Bunca zamandır sözümüze sadık kaldık, canımızı feda ettik. Bundan sonra inat edip adımızı kötüye çıkarmaya kalkışma, yürü tez ol da aslan incinmesin.” diyerek onu tehdit etmişler. Tavşan, arkadaşlarından biraz zaman isteyerek hem kendisini hem de onları kurtaracak bir plâna sahip olduğunu söylemiş. Diğer hayvanlar çok ısrar ettikleri halde, tavşanın ne yapmak istediğini öğrenememişler. Tavşan biraz gecikerek aslanın bulunduğu yere yönelmiş. Avının geciktiğini gören aslan oldukça hiddetli bir halde kükreyip toprağı pençeliyormuş. Aslan hayvanlarla anlaşmanın yanlış olduğunu düşünedursun, tavşan yavaş adımlarla aslana doğru yönelmiş. Ateşler içinde kalan, öfkelenip duran, coşup köpüren aslan, tavşanın uzaktan geldiğini görmüş. Tavşanın rahat tavırları karşısında iyice öfkelenen aslan, tavşana; “Filleri bile paramparça ettiğimi biliyorsun değil mi? Sen ne hakla böyle geç kalırsın?
– Sormayın efendim, sabahın erken vaktinde yola düşmüş geliyordum. Yanıma bir diğer tavşanı da katmış, huzurunuza çıkmak için acele ediyordum. Ancak yolda bir başka aslanın saldırısına uğradık. Yalvarıp yakardım; yapma, biz padişahlar padişahının kullarıyız dedim. O da; “Kim oluyor o adam, seni de paralarım, onu da!” diye karşılık verdi. Bu kez, hiç olmazsa son kez padişahımın yüzünü göreyim ve seni ona haber vereyim, dedim. “Arkadaşını rehin bırakırsan sana izin veririm.” dedi. Yalvarıp yakarmam fayda vermedi, arkadaşımı aldı ve beni yalnız bıraktı. Arkadaşım, hem alımlı ve güzel, hem de benden iki kat daha iri.
Anlatılanlara öfkelenen aslan:
– Doğru söylüyorsan, haydi düş önüme de oraya gidelim ve onun cezasını verelim. Ama yalan söylüyorsan, senin cezanı veririm, demiş. Tavşan, aslanı kurduğu tuzağa çekmek için önden gidiyormuş. Derken derin bir kuyunun başına gelmişler.
Tavşan:
– İşte şurada ikisi de..., demiş ve kuyunun içini göstermiş.
Kuyuya yaklaşan aslan, tavşanın geri çekildiğini fark etmiş ve:
– Niçin ayağını geri çektin, geri kalma, düş önüme!, demiş.
Tavşan:
– Korkudan tir tir titrediğimi görmüyor musun, elim ayağım tutmaz oldu, yüreğim yerinden oynadı, diyerek cevap vermiş. Aslan, tavşana kuyuya bakmasını ve sözünü ettiği aslanın orada olup olmadığını kontrol etmesini söylemiş.
Tavşan:
– Beni kucağına alırsan o zaman bakabilirim, demiş. Aslan, tavşanı kucağına almış ve kuyunun içine bakmak için eğilmiş, kuyuda bir aslan ve semiz bir tavşan görmüş. Düşmanını suda gören aslan, tavşanı kucağından bıraktığı gibi kuyuya atlayıvermiş. Aslanı tuzağa düşürerek ondan kurtulmayı başaran tavşan, büyük bir sevinç duymuş ve hemen arkadaşlarının yanına dönerek onlara bu mutlu haberi ulaştırmış. Bütün hayvanlar sevinç içinde tavşanı kucaklayıp tebrik etmişler ve canlarını kurtardığı için ona teşekkür etmişler.
“Şunu bil ki, safları yaran, her şeyi yenen aslanla savaşmak kolaydır; gerçek kahraman odur ki önce kendi nefsini alt eder.”
Thursday Feb 23, 2023
Güvercin, Tilki ve Leylek / Turkish Stories C1
Thursday Feb 23, 2023
Thursday Feb 23, 2023
Güvercin, Tilki ve Leylek
Depşelem, Beydaba’ya dedi ki: “Şimdi senden bir şey istiyorum: Başkalarına akıl öğrettiği hâlde kendisi bir şey öğrenmeyen bir kimseyi temsil eden bir şeyler anlat.”
Beydaba anlatmaya başladı:
Güvercinin biri, ulu bir hurma ağacına yuva yapmıştı. Güvercinin böyle yüksek bir ağaca yuva yapması ve yavrularıyla ilgilenmesi çok zor oluyordu. Hayvancağız yavrular yavrulamaz bir tilki hemen başında bitiyor:
“Ya yavrularını aşağı at, ya ağaca tırmanıp hepinizi yok edeceğim.” diyordu. Güvercin korkudan tir tir titriyor, “Lanet olsun, al!” diyerek yavrularını aşağı atıyordu. Tilki de onları yiyordu. Güvercin yine yavrulamış, korku içinde yuvasında büzülüp kalmıştı. O sırada leylek, güvercinin neden kederli olduğunu sordu.
Güvercin olanı biteni olduğu gibi anlattı. Leylek: “Bak sana bir akıl öğreteyim.” dedi. Tilki yine gelirse ona dersin ki: “Ben artık sana yavrularımı atmayacağım, çıkabilirsen çık. Beni ele geçiremezsin. Ben uçar kurtulurum; ancak yavrularımı alabilirsin.”
Leylek uçup gitti. Bir su kıyısına kondu. Tilki yeniden ağacın altına geldi, bağırıp çağırmaya, yeniden yavrularını istemeye kalktı. Güvercin leyleğin kendine bellettiği sözleri söyledi.
Tilki: “İyi ama dedi, bu aklı kim öğretti sana?”
Güvercin: “Kim olacak? Leylek öğretti.” dedi.
Tilki: “Ben ona şimdi kim olduğumu göstereyim de anlasın.” dedi.
Irmağın kıyısına koştu, leyleği buldu ve ona sordu: “Rüzgâr sağdan eserse ne yaparsın? Soldan eserse ne yaparsın, başını hangi yöne çevirirsin?”
Leylek: “Sağdan eserse başımı sola, soldan eserse sağa çeviririm.”
Tilki: “Ya rüzgâr dört yönden eserse?”
Leylek: “O zaman başımı kanatlarımın arasına alırım.”
Tilki: “Bu nasıl iş, inanmam doğrusu. Senin gibisini hiç görmedim, siz kuşlar biz öteki hayvanlardan daha akıllısınız herhâlde.”
Leylek, tilkinin bu konuşmasına çok memnun kalmıştı. “Bak yapayım bir kez de gör!” dedi. Başını kanatlarının arasına aldı. Tilki hemen leyleğin üzerine atıldı ve onu boğdu.
“Ey, özümün düşmanı!” dedi. “Güvercine akıl veriyorsun da kendin neden akıllı olmuyorsun? Bak, düşmanın seni nasıl avladı?
Thursday Feb 16, 2023
Don Kişot’un Maceraları / Cervantes / Turkish Stories C1
Thursday Feb 16, 2023
Thursday Feb 16, 2023
Don Kişot’un Maceraları
Don Kişot ve silâhtarı Sanşo Pansa'nın karşısına otuz kırk kadar yel değirmeni çıktı. Don Kişot bunları görür görmez silâhtarına dedi ki:
-Talih bize istediğimizden fazla yardım ediyor. Çünkü önümüzde otuz kırk kadar korkunç dev var. Bunlarla kavgaya tutuşacağım ve hep- sinin canını çıkartacağım. Onları yok ettikten sonra elimize geçecek mirasları ile zengin olacağız. Devlerle savaşmak ve bunları yeryüzünden kaldırmak insanlığa hizmet etmektir.
Sanşo Pansa hayretle sordu:
-Hangi devler?
-İşte şu karşımızda gördüğün uzun kollu şeyler. Bunların bazen iki fersah uzunluğunda kolları vardır.
Sanşo:
-Aman efendim, bunlar dev değildir. Yel değirmenleridir. Kolları dediğiniz şeyler de yel değirmenlerinin kanatlarıdır. Bu kanatlar rüzgârla dönerek değirmen taşını çevirir ve buğday öğütülür.
-Anlaşılıyor ki, Sanşo senin serüven işlerine hiç aklın ermiyor: Bunlar devdir, dev! Sen korkuyorsan oradan çekil, şu karşıki tepeye çık. Ben bu korkunç devlerle çarpışacağım!
Atı Rossinante'ı mahmuzladı ve ileri atıldı. Sanşo'nun bunların dev olmayıp yel değirmeni olduğuna dair bağırıp çağırmasına hiç kulak asmıyor, yel değirmenlerini hâlâ dev görüyordu. Bir yandan da şöyle bağırıyordu:
-Kaçmayınız alçak yaratıklar!... Size saldıran tek başına bir şövalyedir!...
O sırada bir rüzgâr esti. Değirmenlerin kanatları dönmeye başladı.
Don Kişot:
-Nafile, dedi. Kollarınızı Briyare devi gibi de oynatsanız gene elimden kurtulamazsınız.
Bunu da dedikten sonra kalkanını göğsüne tuttu. Mızrağını tarttı ve Rossinante'ı dört nala sürerek ilk önüne gelen değirmenin kanatlarına mızrağını sapladı. Kanat hızla dönmekte olduğundan mızrak kırıldı ve at da, atlı da havalanarak beş on adım ileriye yuvarlandı...
Sanşo, eşeğinin bütün hızıyla efendisinin yardımına koştu. Yanına gelince düşüşün şiddetinden ne kendisinin ne de Rossinante'ın kımıldayacak hâlde olmadıklarını gördü.
-İlahi sen bilirsin! dedi. Bunların yel değir-meni olduğunu size söylememiş miydim? Fakat bir kere aklınıza koyduğumuz şeyden şaşmıyorsunuz ki...
Don Kişot cevap olarak:
-Sus, dostum Sanşo! dedi. Savaş demek düşmanının aldatmak demektir. Şimdi işi anladım. Amansız düşmanın Freston haini bu devleri, beni onlara karşı zaferden yoksun etsin diye, hemen yel değirmenine çeviriverdi. Fakat bütün bu hilelerin, keskin kılıcımın karşısında hiç etkisi olamaz!...
Sanşo Pansa:
Allah akıl versin! Diyerek Don Kişot'u güç-lüklerle yerden kaldırdı. Topallamaya başlayan Rossinante'a bindirdi ve yola düzüldüler. Niyetleri Lapice limanına gitmekti. Çünkü Don Kişot diyordu ki, o limanda herhâlde insanın karşısına hesapsız macera çıkar. Fakat mızrağını kaybettiğine de canı sıkılıyordu. Biraz sonra, gene okuduğu hikâyelerden aklına şu olay geldi: Perez de Vargas adlı ünlü bir şövalyenin bir kavgada kılıcı kırılmıştı. Kılıçsız kalınca bir meşe ağacını kökünden çıkararak o günkü savaşta kılıç gibi kullanmıştı. Önüne gelene koca ağacı öyle bir yapıştırıyordu ki, her vurduğu adam yamyassı eziliyordu. Don Kişot da öyle yapacak, mızrak yerine ilk rast geldiği bir meşe veya kavak ağacını sökecek, mızrak gibi kullanacaktı. Sanşo'ya dedi ki:
-Göreceksin benim buluşum olan bu mızrağı nasıl kullanacağım. Asıl mızraktan daha korkunç olacak. Onu yiyen bir daha güneşin doğduğunu göremeyecek!...
Bir aralık Sanşo, Don Kişot'un beygir üzerinde eğri oturduğunun farkına vardı. Don Ki- Şot'un biraz önceki yuvarlanmada epeyce incindiği belliydi. Kendisine sorunca:
-Evet, dedi. Sol böğrüm müthiş ağrıyor. Fakat bundan daha fazla da ağrısa şövalyelik gereği hiç belli etmem. Şövalyeliğin kurallarından biri de ağrıdan, sızıdan şikâyet etmemektir.
Sanşo cevap olarak dedi ki:
-Yok! Ben bu işe gelemem. Şövalyelerin emri altındaki silâhtarlar da ağrıdan sızıdan şikâyet ederler mi etmezler mi, bilmem; fakat benim bir tarafım ağrısa dayanamam. Avazım çıktığı kadar bağırırım, haberiniz olsun...
Böyle konuşa konuşa akşam ettiler. Ortalık kararmaya başlayınca nerede konaklayacaklarını düşünmeye başladılar. O geceyi ormanda bir ağacın kovuğunda geçirmekten başka çare yoktu. Onlar da öyle yaptılar.
Sabah olunca Don Kişot meşe ağacından kalınca bir dal kesti ve kırılan mızrağının demirini ucuna takarak yeni bir mızrak yaptı. Sonra yine yola koyuldular.
Yolda Don Kişot Sanşo'ya şövalyelik kurallarını açıklıyordu:
-Beni ne zaman kavgaya tutuşmuş görürsen, ilk işin kavga ettiğim adamların şövalye olup olmadıklarını anlamak olacaktır. Şövalye değillerse bana yardım edebilirsin. Yok eğer kendim gibi soylu şövalyelerle boy ölçüşüyorsam sakın işimize karışma!...
Böyle konuşurlarken karşıdan bir kafile göründü. Önde katır üzerinde iki rahip geliyordu. Arkalarında bir araba, arabanın etrafında birkaç atlı ve yayan kimseler vardı. Don Kişot'un gözleri parladı:
-İşte dedi. Hayatımın en önemli serüvenlerinden biri karşımıza çıktı. Bu arabanın içindeki prensesi bu herifler kaçırıyorlar. Şimdi hemen üzerlerine saldırıp zavallı prensesi bu alçakların elinden kurtaracağım!...
Sanşo hayretle Don Kişot'un yüzüne bakarak:
-Ne diyorsunuz, efendim, dedi. Önden gelenler iki rahiptir. Hiç onlar kız kaçırırlar mı? Don Kişot bir yandan kendine çeki düzen verirken, diğer yandan Sanşo'ya dedi ki:
-Senin bu serüven işlerine hiç aklın ermiyor... Ben ne söylediğimi bilirim. Prensesi arabaya koymuşlar, kaçırıyorlar.
Cervantes, Don Kişot, İstanbul, (1966, s.36-39)
Thursday Feb 09, 2023
Dinozorlar / Turkish Stories C1
Thursday Feb 09, 2023
Thursday Feb 09, 2023
Dinozorlar
Ne olurdu sanki, sokaklarımızda oradan oraya koşuşturan dinozorlarımız olsaydı? Onları cinslerine göre ayırır, günlük hayatımızda onlara ayrı birer yer verirdik. Ne bileyim, cins dinozorlar, sokak dinozorları, polis ve hatta çoban dinozorları gibi. Bu arada hayvanları koruma derneğinin kliniğinde dinozorların sığabileceği muayene odaları falan...
Her yıl dinozor yarışları düzenler, birinci gelene madalyalar takar, onları körpe dana etiyle ödüllendirirdik. Hatta en güzel dinozoru bile seçerdik. Bu pek zor olmazdı. Zira dinozor kuaförleri, hatta özel dinozor eğitim merkezleri olurdu. Tatile gideceğimiz zamanlar dinozorlarımızı yerleştireceğimiz dinozor otelleri bulunurdu ve özel dinozor mamaları üretilirdi. Mama dedim de, “DINOZOR GIREMEZ” çıkartmalarını kapısına yapıştıran lokantaları protesto ederdik...
Ben dün gece rüyamda dinozorları gördüm. Saçmalamam bu yüzdendir. Ama yine de dinozorlar hakkında bir şeyler yazmak geldi içimden. Aslında amacım, rüyamı anlatmaktı. Üstelik rüyam, yukarıda yazıp döktüğüm saçmalıklarla ilgili olmayıp, insanı düşündüren, değişik bir bakış açısına sahipti.
Doruklarında karların hiç eksilmediği, eteklere doğru beyazdan mora, mordan pembeye dönüşen ve hemen etek hizalarında yeşil çam ormanlarının kapladığı dağlarla çevrili kocaman bir vadi gördüm. Bu vadi zümrüt rengindeydi ve yer yer irili ufaklı beyaz kayalarla ve yine irili ufaklı göllerle ve yemyeşil, kıvrım kıvrım ırmaklarla donanmıştı. Irmak boylarında salkım söğütler kadifemsi geçişlerle suyu topraktan ayırıp, yerlerini daha gerilerdeki zeytin ağaçlarına bırakıyorlardı.
Yer yer beyaz zambaklar fırlamıştı otların arasından. Küçük, sarı kertenkeleler beyaz kayaların sırtlarında güneşe bırakmışlardı kendilerini. Kıpkırmızı parlayan güneş, yakmıyor, ısıtıyordu yalnızca. Top top bulutlar, pembe gökyüzünde baş boş ilerleyip gidiyorlardı bilinmeyen ufuklara doğru. Farklı bir dünyaydı bu dünya, dinozorların dünyasıydı; ama içinde yine de tanıdık bir şeyler vardı.
Örneğin, insanlar... Evet, biz insanlar dinozorlarla iç içe yaşıyorduk bu âlemde. Bizim için yalnızca iki konum vardı: Yaşamak ve ölmek. Yaşamak, insanlara göre günübirlik bir tatil gibiydi, sonrası sonsuzluktu. Sonsuzluğa gitmeden önce daha ne kadar yaşanacağı bilinmiyordu. Gerçekte biliyor muyuz, ne zaman öleceğimizi?
Dinozorların dünyasında yaşayan insanlar çok mutluydu. İçinde yaşadıkları mağaralar, tam olarak onların rahat edeceği şekilde düzenlenmişti. İstedikleri her türlü rahatlığa sahiptiler. O mağaralar onların evleriydi ve apartman daireleri gibi rahatsız eden üst kat komşuları yoktu. Onlar için geçim derdi diye bir şey yoktu. Dinozorlar kendi aralarında organize olmuşlardı ve insanların beslenmesi, korunması, sağlığı için gereken önlemleri alıyorlardı. İnsanlara yapacak çok fazla iş kalmamıştı. Görevleri, iyi beslenmek, stresten uzak, sakin ve huzurlu yaşamak, eğlenmek ve gülmekti.
Tüm insanlar, bir gün daha dünyaya gözlerini açabilmiş olmanın mutluluğu içinde uyanırlardı ve tek sorunları, sokakta oynayan çocuklarının, hamburger olmadan evlerine dönmeleri olurdu. Sağ salim evine geri dönen insanlar, bir gün daha yaşamdan nasiplerini alabilmiş olmanın şükran duygularıyla dolar, mutluluktan gözleri yaşarırdı.
Askerlik nedir, bilinmiyordu. Dinozorlar kendi sınırlarını zaten gereğince koruyorlardı. Para pul da gerekmiyordu. Ne için gereksindi? Zaten satın alınacak bir şey yoktu ki? Kimse kimseyi kıskanmaz, kimse nefreti tanımazdı. Kariyer, ihtiras, yarın korkusu bilinmiyordu. Yarını, yarın düşüneceklerdi. Bugün yaşamak vardı, mutlu olmak vardı. Zaman, gülme zamanıydı, sevme zamanıydı, şükran zamanıydı.
Ne o? Çok mu ürkünç geldi dinozorların dünyası? Yani ölümün bu şekli çok mu kötü? Peki bizler nasıl ölüyoruz? Trafik kazaları, AIDS, veba, kaza kurşunu, intihar, mantar, gaz zehirlenmesi, yanma, boğulma...
Daha sayacak olsak, epeyce sürer gider bu liste. Hepsinin ortak adı da ecel. Evet, savaşta da ölsek ecel, yataktan da düşsek ecel, cinayete de kurban gitsek yine ecel. Yırtıcı hayvanlar da saldırsa veya yılan, akrep sokması gibi sebeple de olsa ecel her zaman eceldir. Ecelimiz bir dinozorun dişleri arasında bulsaydı bizi, yeter ki hayatımız korkusuz, kuşkusuz, pürüzsüz olsaydı.
Yeter! Panik yapmayalım lütfen! Unuttuk mu, bu sadece bir rüyaydı.
Zerrin OKTAY
Thursday Feb 02, 2023
Turnayı Gözünden Vurmak / Turkish Stories C1
Thursday Feb 02, 2023
Thursday Feb 02, 2023
Turnayı Gözünden Vurmak
Herhangi konuda uzun süre suskun ve hareketsiz kalındıktan sonra gerek tesadüfen, gerekse bilinçli olarak büyük bir başarı elde edildiğinde "Durdu, durdu da turnayı gözünden vurdu." deriz. Tecrübeyle değil de zamanın akışıyla ölçülen hemen hemen bütün başarılar bu deyimin değişik zaman kiplerindeki bir versiyonu ile açıklanmaya çalışılır. Deyimin ortaya çıkışı bir avcı mübalâğasına dayanmaktadır.
Avcılığın yaygın olduğu yörelerde genellikle avcılar kulübü gibi işleyen bir mekân bulunur. Bütün avcılar buraya gelip bol palavralı hikâyeler anlatırlar. Anlattıkları da konuştukları da saçma olan bu tip avcıların yalanlarına ve mübalâğalarına diyecek yoktur. Pek çoğu hayal ürünü olan bu hikâyelerden birisi şöyledir:
Avcılar meclisinin en yaşlı ve güngörmüş üyesi olan Şikarizade Sayyad Ağa bu mecliste anlatılanların hepsini sessizce dinler, hepsine aferinler okur; ama kendisi hikâyesini anlatmazmış. Bu hâl diğer avcıların dikkatini çekince aralarında karar alıp demişler ki:
-Sanatına aşk olsun ey büyük avcı! Bunca yıllık bir ömrün ve av peşinde geçen bir hayatın var. Lütfeyleyip, bir hatıra da sen anlatsan da dinleyip faydalansak... Hep bizler konuşuyoruz ve hep senin sustuğunu görüyoruz.
Şikarizade bir süre nazlanmış, " Olmaz, bunu benden istemeyin lütfen!" gibi mazeretler ile geçiştirmeye çalışmış. Nihayet ısrar ve merak iyice artınca şöyle derinden derine bir iç geçirip:
-Aaaah!... demiş. Ne olursunuz beni konuşturup meclisinizi yasa boğmayın ve beni gençliğimin en hazin hatırası ile yeniden yüzleştirerek derdimi tazelemeyin. Zaten ne zaman bu yürek parçalayan hatıra aklıma gelse ciğerimdeki ateş çevremdekileri yakıyor. O gençlik günlerinin utancı beni boğuyor...
Şikarizade Sayyad Ağa'nın bu sözleri meclise bir alev topu gibi düşmüş. Herkes merak ve heyecan içerisinde "Demek ki ortada çok duygusal ve acıklı bir av hikâyesi var." diye geçirmişler içlerinden. Ona bu hikâyeyi anlattırmak için ısrarları artırıp bin dereden su getirmişler, teselli sözleri söylemişler. Avcılar meclisinde herkes tek kulak olup Seyyad Ağa'nın ağzına dayanmış. Çıt yok.
Bizimki önce bir yutkunmuş, eski meddahlar gibi oturuşuna yeni bir çeki düzen katarak başlamış anlatmaya:
-Efendim, avcılığımın ilk günlerindeydi. Toy bir delikanlı sayılırdım. Bir gün tüfeğimi omzuma, tazımı gölgeme alıp şöyle tek başıma ava çıktım. Bir sigara çekimlik mesafe gittikten sonra gökte bir turna gördüm. Baktım yolu doğrultmuş; aheste aheste süzülüyor. İçimden "Şunu, dedim, zararsız bir yerinden, ayağından vurayım." Ben bunları düşünürken turna biraz uzaklaşır gibi oldu. Tam sağ ayağına nişan alıp çektim tetiği. İşte ne olduysa o anda oldu. Zavallı turna, gagasıyla ayağını kaşımaya yeltenmez mi?!.. Ciğerim yandı gitti; ama elden ne gelir!?.. Kuşcağız şöyle iki yüz - üç yüz metre kadar ileriye düştü. Tazım aldı getirdi. Baktım, tam da düşündüğüm gibi zararsız bir atış idi. Saçmalarımdan yalnızca biri, ayağına isabet edecek yerde, başı siper olduğu için sağ gözünden girip, sol gözünden çıkmış? Kuşcağızın başka hiçbir şeyi yok. Fakat iki gözü iki çeşme kanıyor. Ben hayatımın en büyük pişmanlığı ile ne yapacağımı şaşırdım. Tabi biraz toyluk da var. Kan tutmuş gibi donakalmışım. Kuş çırpınıyor, benim içim sızlıyor. Böyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum; asıl hazin sahne o zaman yaşandı...
Sayyad Ağa sözün burasında bir ara verip önce iki kez bağrını yumruklar ve ağlamaklı bir eda ile iç geçirerek bir bardak su içer; sonra da acıyla yutkunup anlatmaya devam eder:
-Nasıl geldiler, nereden geldiler, ne kadar zamanda geldiler, bilemiyorum, baktım çırpınan kör turnanın üstünde bir bölük turna dolanıp durmakta. Bana doğru öyle kanat çarpıyorlar ki hayatımda öyle dehşeti başka bir gün yaşamadım. Af dilesem, hangisinden dileyeceğim. Konuşsam ne diyeceğim!... Tam bir şaşkınlık hâli sizin anlayacağınız. Birden onların kendi dillerinde anlaştıklarını gördüm. Hayret ki hayret! Kör turnaya bir şeyler anlatıyorlardı. Sonra onu aralarına aldılar ve yıldırım gibi havalandılar.
Dinleyenlerin şaşkın ve hayret dolu bakışları arasında Sayyad Ağa sözlerini bitirdi:
-İşte yârenler!... Turnalar, katar halinde uçmaya o günden sonra başladılar. Aralarına aldıkları kör turnaya ses vererek istikametine yöneltmeyi o gün keşfettiler. Şimdi turnalar sırf o uğursuz günü bana hatırlatmak ve benden intikam almak için katar halinde uçmayı alışkanlık haline getirdiler. Hatta bu haber dünyadaki bütün turnalar arasında yayıldı ve onlar benim yüzümden katar teşkil eder oldular. Böylece bir yerde anadan doğma bir kör turna var ise seslerine gelip yollarını bulabilsin. Geçenlerde o kör turna ki, epey yaşlanmış, rüyama girdi ve bana dedi ki:
-Ey bütün zamanların en büyük üstadı! Biz senden sonra bu cihanda böyle nazik düşünceli ve hassas bir üstad avcı görmedik. İki gözüm senin sanatına feda olsun!
Şikarizade Sayyad Ağa'yı dinleyenlerden biri hayretinden patlar ve:
Ehh!.. Üstat, der. Durdun, durdun; ama sonunda turnayı da gözünden vurdun. Pes doğrusu!..
About Us
Nile Learning Center was established in Egypt in 1998 with the permission of the Egyptian Ministry of National Education. There are two branches of the center for men and women in one of the modern districts of Cairo, Nasr City. For more information please visit our website:
www.nilecenter.org