Gözyaşı
Turkish Stories for Turkish Learners
Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:
- Dilin Anadolu'ya benziyor. Rumelili misin sen?
- Erfiçe köylerindenim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm. Anlıyor ki, vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçları küçük aktar dükkânı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş... Dibe çökmüş bir gam tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam vakti, onun zevkini kaçıracak içinden:
- Bir başkasını bulunca savarım, dedi.
Fakat hikâyesini dinledikten sonra savamadı:
Balkan savaşı çıkınca, sınıra çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış: Düşman geliyor!
Bu gelen, o zamanki düşman, din ve ırz düşmanıdır da... Erkekleri süngüleyecek ve kadınları kirletecek. Bütün köy halkı mal mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba... kaçmak için ne varsa hepsi hazır oluyor.
Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda...
Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor, kış başlangıcı yağmuru... Bilmiyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol iz kalmayacaktır. Islak gece içerisinde, sırılsıklam bir kafile. Kimi yaya, kimi atla koşuyor, kaçıyor.
Öndeki ümit, ordumuza yetişmek; arkadaki korku, düşman ordularına çiğnenmek.
Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık... Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Yine öyle bataklıklar, su tabakaları, gece... Dinliyorlar: Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı...
Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini duyuyor.
- Uyuma Ali, diyor, uyuma!
Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:
-Uyuma Eminem, diyor, uyuma!
Sonra kucağında kıpırdanmalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:
-Uyu ciğerim, diyor, uyu Osmanım!
At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, yine silkiniyor, yine ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hâle gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları ihtimali çoğalıyor.
Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık atın ve kendisinin güçsüzlüğüne bakarak fena bulmaktadır. İçindeki en dehşetli korku şimdi bu- dur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile beraber kalmak.
Sonunda bu oluyor.
Önce çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü ayağa kalkamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar, zira durmadan ilerleyen felâketin büyüklüğünden ayrı düşmek Ayşe'ye hepsinden daha korkunç geliyor.
Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet yürüyünce artık kendinde bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek imkânı kalmadığını görüyor. Hem koşuyor, hem düşünüyor: ikisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafifletmek gerekir.
Hangisini?
Ayşe, yanında diz kapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali'nin mini mini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan mecalsiz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, hareketsiz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur:
Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağı bir tarafa en az çamurlu, en batak yere bırakıvermek...
Bütün o kıyamet içerisinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor... Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, "eyvah!" diyor.
Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir enkazdan başka bir şey değildir. Karanlığın içerisinde, düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor.
Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kuvvet gittikçe azalıyor. Kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, nihayet bir duymayış var ki... Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü kendiliğinden bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor:
Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini hissediyor: Ali, gemi azıya almış, bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir hasretten sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma, hâlâ devam ediyor, yağmur ve çamur da beraber ...
Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı yine koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi, yere uzanıvereceğini anlayarak, haykırmaya çalışıyor. Birini imdadına çağırmak istiyordu. Yine koşuyor ve birden, acayip bir hafiflik, bir canlılık duyuyordu, ileriye hamle atıyor.
Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.
-Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme!
Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, yine kalkarak, yine yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya yıkaya, mola vermeden yürüyor. Ali'sini kurtarmış olmak sevinciyle, öbür felâketlere katlanıp ümit içerisinde yürüyor, kafileye yetişiyor önüne geçiyor. Seher vakti ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:
Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali!
Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hâlâ:
-Kalk Ali, kurtulduk Ali, diyor, gülümsüyor, sürekli geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içerisinde gülümsüyor...
Hizmetçi donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:
-Bey, dedi, işte o günden beri ben, ağlamak istesem de ağlayamam. Bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor.
Refik Halit KARAY
Comments (0)
To leave or reply to comments, please download free Podbean or
No Comments
To leave or reply to comments,
please download free Podbean App.